insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden alan ya da “yaralayan” katili/suçluyu aynı şekilde cezalandırmakla, toplumun “hayat hakkını” güvence altına almayı hedeflemektedir. Nitekim dinimizde, öldürme başta olmak üzere insanın canına yönelik işlenen suçlar büyük günah sayılarak kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Kısas cezası sayesinde de hem insan hayatına yönelik haksız tecavüzler önlenmek istenmiş, hem de suçluya işlediği suça denk bir ceza verilerek adaletin sağlanması arzulanmıştır.
Kısasın çok eski millet ve medeniyetlere kadar uzanan uzun bir geçmişi vardır. İslâm"dan önceki dönemde Arap toplumunda da kısas cezası yaygın olarak uygulanmaktaydı. Kısas cezası Kur"an"da olduğu gibi Tevrat"ta da bulunmaktadır. Nitekim bir âyette Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Tevrat"ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısasa tâbidir (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o kefaret olur. Kim Allah"ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” 4 Hatta, “Sizin için kısasta hayat vardır...” 5 âyetinin farklı bir anlatımı olan, “Öldürmeyi yok eden en iyi şey, yine öldürmedir.” şeklindeki atasözünde ifadesini bulan kısas dönemin adalet anlayışında önemli bir yer tutmaktadır.
Süleyman b. Amr b. Ahvas"ın naklettiğine göre, Peygamberimizle birlikte Veda Haccı"na katılan babası şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber Veda Haccı"nda yaptığı konuşmasında önce Allah"a hamdedip O"nu övdü, vaaz ve nasihat etti. Ardından şöyle buyurdu: "...Bilesiniz ki! Kişi ancak kendi suçundan dolayı cezalandırılır. Baba evlâdının suçundan, evlât da babasının suçundan dolayı cezalandırılmaz." ”6 Bu sözleriyle Hz. Peygamber kısasta ve diğer bütün suçlarda cezanın yalnız suçu işleyene verileceğini anlatıyor ve suçun şahsîliğini vurguluyordu. Çünkü bir devlet anlayışının tam olarak gelişmediği bu dönemde kısasın uygulanmasında, kan bağının belirleyici olduğu kabileler arası güç dengesi son derece etkin bir rol oynuyordu. Dolayısıyla da kısasın uygulanmasında çoğu kez keyfîlik ve aşırılıklar söz konusu oluyor, bu da peşinden nesiller boyu devam eden kan davalarını getiriyordu. Kabile fertlerinden birine karşı işlenen suç bütün kabileye karşı işlenmiş sayılıyor, o kabileden olan herkes suçlu suçsuz ayrımı gözetilmeksizin misillemeye maruz kalabiliyordu. İslâm dini bu ayrımcılığa son vererek herkesin hukuk önünde eşit olduğu ve suçun bireyselliği ilkesini yerleştirmiştir.
İnsanlar arasındaki ayrımcılığı gösteren başka bir olayı anlatan İbn Abbâs (ra) da, Medine"de yaşayan iki büyük Yahudi kabilesi arasındaki